29 Ekim 1923 sabahı; Nüfusumuz 13 milyon. 11 milyonu köylerde yaşıyor. 40 bin köy var, 37 bin köyde okul yok, yol yok. 30 bin köyde cami dahi yok. Ayçiçeği, şeker üretimi yok, ekmeklik un bile ithaldi, pirinç ithaldi. 5 bin köyde sığır vebası vardı. Bir milyon kişi frengi, iki milyon kişi sıtma, üç milyon kişi trahomluydu. Verem, tifo, tifüs salgını vardı. Bebek ölüm oranı yüzde 40’ın üstündeydi, ortalama ömür 40’tı, 41’inci yaşını gören şanslıydı.
Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece sekizi Türk’tü. Diş hekimi sayısı sıfırdı. Sadece 4 hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi, komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerindeydi. Ülke yeniden inşa edilmeliydi, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler yabancıya aitti, demiryollarının bir metresi bile bize ait değildi.
Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan ayakta kala kala dört fabrika kalmıştı, Hereke İpek, Feshane Yün, Bakırköy Bez, Beykoz deri… Kadın insan değildi. Eşit eğitim hakkı yoktu. Meslek edinme hakkı, boşanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, doğum izni, çalışma hayatında eşit hakkı yoktu…
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, padişahların hediyesi olarak trenlerle Avrupa’ya kaçırılmıştı.
Kimisi alaturka saati kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi zevalli saati kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu.
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ölçülerimiz de orta çağdı.
‘Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik’ filan deniyor… Halbuki, İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı, alt tarafı 417 adetti. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Gazete sadece İstanbul ve İzmir'de vardı.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Toplam nüfusun ancak yüzde 3’ü, 4’ü okuma yazma biliyordu. Okur yazar erkeklerin ezici çoğunluğu, subay ve gayrimüslimdi.
Okuma yaşındaki çocukların sadece dörtte biri okula gidebiliyordu. 40 bin köye sahip Türkiye’de toplam 4 bin 894 ilkokul vardı. Bu ilkokullarda 341 bin 941 ilkokul öğrencisi okuyordu. Tüm ülkede sadece 72 ortaokul ve bu ortaokullarda 5 bin 905 öğrenci okuyordu. Tüm ülkede sadece 23 lise vardı. Bu liselerde ise sadece bin 241 öğrenci okuyordu. Ayrıca ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemişti.
Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumdaydı. 1923 itibariyle ülkede 479 medrese vardı. Bu medreselerde 18 bin öğrenci kayıtlıydı. Bu 18 bin öğrencinin 6 bin kadarı medreseye devam ediyordu.
Türkiye’de yüksek lise görünümünde bir üniversite (Darülfünun) vardı. Fotoğraf çektirmeyi, dans etmeyi suç ve günah olarak gören üniversite. Ülkede Darülfünun dahil 9 yüksekokul vardı. Bunların toplam öğrenci sayısı 3 bin kadardı.
Halk kitap okumuyordu. 15. Yüzyılda Avrupa’da bin 700 matbaada 15-20 milyon kitap basılmıştı. Osmanlı’da ancak 18. Yüzyılda 1755-1776 arasında -toplamı 23 cilt tutan- sadece 17 kitap basılmıştı. Baskı adedi 13 bin 200 kadardı…
Henüz Lozan Antlaşması imzalanmamış, Cumhuriyet ilan edilmemişti. İstanbul ve Boğazlarda İngiliz işgal kuvvetleri vardı. İşte o koşullarda Atatürk, 1 Mart 1923’te Meclis’te yaptığı konuşmada şöyle diyordu: ‘Uygulamaya dayanan yaygın bir eğitim öğretim için vatanın önemli merkezlerinde çağdaş kütüphaneler, botanik ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri kurmak gerekli olduğu gibi, özellikle şimdiki mülkiye merkezleriyle bütün yurdun matbaalarla donatılması gerekmektedir.”
Peki, Atatürk Cumhuriyeti ne yaptı?
Daha Kurtuluş Savaşı devam ederken ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ diyerek ‘saltanat putu’ nu yıktı. Tekkeler, zaviyeler, medreseler, eski saat, ölçü, tartı, takvim, hukuk gibi çağa ve hayata uymayan kurumları kaldırdı. Akla ve bilime önem verdi… Millet Mektepleri, Halkevleri, Halkodaları, Köy Eğitmen Okulları, daha sonra Köy Enstitüleri ile eğitim-öğretim seferberliği başlattı. Çağdaş okullar açtı. Üniversite reformu yaptı. Okuyan öğrenci sayısını yüzde 500’den fazla arttırdı. Ekonomiyi millileştirdi. Osmanlı’nın borçlarını ödedi (ki bu borç bugünün parasıyla 450 Milyar Dolar ediyor!). Ülkenin dört bir yanında 50’ye yakın fabrika kurdu. Bu fabrikalardan biri uçak fabrikasıydı (Kayseri TOMTAŞ Uçak Fabrikası). Madenleri çıkarıp işledi. Bankalar kurdu. Ülkeyi Demirağlarla ördü: 15 yılda -büyük bir bölümü Ankara’nın doğusuna olmak üzere- 4000 km’ye yakın demiryolu yaptı. Köylüye toprak, tohum ve tarım araç gereçleri dağıttı. Köylüyü ezen vergileri kaldırdı. Karma ekonomi ve planlı kalkınma ile ortalama yüzde 8’lik büyüme yakaladı. Hastalıklarla mücadele etti. Anadolu’da numune hastaneleri, dispanserler, doğum evleri, süt damlaları, ana kucakları kurarak hastalıkların kökünü kazıdı. Ankara’da kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde aşı ve serum üretti. (Bu yıl ne kadar önemli olduğunu anladığımız 1928’de kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü maalesef 2011 yılında kapatıldı!) Müzeler, kütüphaneler açtı. Kültüre, sanata ve sanatçıya önem verdi. Dil ve tarih çalışmalarıyla ulusal bilinci güçlendirdi. Bağımsızlığa saygıyı esas alan barışçı bir dış politika izledi…
İşte yukarıdaki araştırma sonuçlarından da okuduğunuz gibi bize, geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Parçalanmış, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların iki dudağı arasına bırakılmış, bu işgalci devletlerin insafına sığınmış padişah ve avenesi eliyle kısaca kaderine terk edilmiş bir millet kaldı. Vatanın bağrına düşmanın dayadığı hançeri yerinden söküp çıkaracak, vatanın kara bahtını kurtaracak azim ve iradeyi başta Mustafa Kemal ve arkadaşları sağlayacaktı.
TBMM kurulalı yaklaşık üç yıl olmuş, halk yoksullukla, hastalıklarla boğuşuyor, genç neslin çoğu savaşlarda vatanını kurtarmak adına şehit olmuş, gazi olmuş, sanayi üretimi yok, okul yok, tarım yok... İşte bu kara tablodan, bu yokluklar ve yoksunluklar ülkesinden bir mucize yaratmak sizce azımsanacak bir şey midir? Nasıl bir azim, nasıl bir inanç bunu başarabilir? Bugün ki aslı astarı olmayan senaryolarla geçmişimizi yanlış anlatan, tarihi yanlış öğreten kimi televizyon dizilerine ‘’Diriliş’’, “Uyanış” gibi isimler verilse de Türk Milleti’nin asıl dirilişi ve uyanışı, tüm mazlum milletlere örnek olmuş Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türk Devrimleri ve sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu olmuştur.
Şimdilerde, on yıllardır belirli merkezlerden artarak devam ettirilen Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve kurucu iradeye haince saldırılar yapılmaktadır. En sonu da Atatürk’ün işgalden kurtardığı İstanbul’un fethedilme yıldönümünde Ayasofya’da SÖZDE bir imamın düşmanlık dolu, hainlik dolu sözleriyle gerçekleştirildi. Allah’ın kelamını ağzına alıp kin ve nefret saçan bu kifayetsiz muhterislerin ne İslam’ı ne de Kur’an’ı anlamadıklarına bir kez daha acıyarak şahit olduk. Ayrıca ne acıdır ki ülkemizi, Cumhuriyetimizi korumak ve kollamak üzere yemin etmiş şahısların karşısında bu cümleler sarf edilmiş, daha önce de olduğu gibi bu şahıslar yine sessiz kalmıştır! Yukarıdaki yazdıklarım hiç olmamış gibi, bu yapılanları tarih yazmamış gibi, ülke topraklarını padişah denen soysuz İngiliz insafına bırakmamış gibi, bir ilden bir ile İngiliz işgal kuvvetlerinden kendi topraklarımızda vize alarak gidilmemiş gibi, Yunan, içimizdeki hain kimi Rum ve Ermeni, İngiliz, Fransız ve İtalyan mezalimi olmamış gibi, binlerce köy, ev, hatta tarlalar yakılmamış gibi, özellikle Ege köylerinde Yunan askeri tarafından binlerce kadınımıza kız çocuğumuza babalarının, kocalarının gözü önünde tecavüz edilmemiş gibi, hamile kadınlarımızın karınları yarılmamış gibi, savunmasız vatandaşlarımız camilere, evlere doldurulup cayır cayır yakılmamış gibi, tüm bu gibi rezilliklere, zalimliklere, işgale, köleliğe karşı duran Mustafa Kemal Atatürk hain, zalim öyle mi?
Bre densizler! Bre kansızlar! Bre soysuzlar! O kahrettiğiniz zihniyet olmasa, hain dediğiniz Atatürk ve silah arkadaşları olmasa bugün başınızda imam sarığı değil papaz külahı olurdu bilmez misiniz? Sen imam değil kilisede zangoç olurdun bilmez misin? Atatürk olmasa, bu Yüce Vatanı kurtarmasa sen o kokuşmuş ağzından döktüğün cümleleri ettiğin camiler, minberler olmaz, okunmadı diyerek kuyruklu yalan söylediğin ezanlar okunmaz, ezan yerine çan sesleri duyulur olmayacak mıydı? İşgal kuvvetlerinin yaptığı mezalimden daha elim ve daha acı olan sizin gibi soysuzların kurtarılan topraklarda, hepimizi kurtaran zihniyete lanet okumanızdır. Onlar ülkemizi işgal etmek için savaşmışlardı, biz azim ve kararlılıkla onları denize döktük, siz utanmazlar ise onlardan daha sefil, içimizdeki hainlersiniz! Siz içimizdeki işbirlikçiler, keşke Yunan kazansaydı diyecek kadar kansızlaşanların ahbapları, Kurtuluş Savaşı’nda cepheden kaçan şerefsizlerin ve ezip geçtiğimiz düşmanın tohumlarısınız!
En acısı, sizin gibilerin lanet okuduğu o kurtarıcı zihniyet sayesinde özgürce yaşıyor, özgürce dininizi, insanlığı yaşıyor olmanızdır! Çünkü bu kurtuluşun, bu Cumhuriyetin, bu güzelim toprakların zerresini hak etmiyorsunuz! Hep kula kul olmuş, el etek öpmüş, İslam’ı, Kur’an’ı anlamamış, Allah ile kitleleri kandırmış ancak her türlü pisliği yapmış zihniyetlersiniz! Sizler bugünümüzün, ülkemizi işgal edenlere rahmet okuyan ve onların merhametine sığınan maşaları olan Mustafa Sabri’leri, İskilipli Atıf’ları, Dürrizade Abdullah’larısınız! Biz ise bugünümüzün Tıbbiyeli Hikmet’leri, Hasan Tahsin’leri, Sütçü İmam’ları, Hafız İbrahim’leri, Nene Hatun’ları, Kara Fatma’ları, Gördesli Makbule’leri, Börekçizade Rifat’larıyız!
Siz ne kadar kindar olsanız da, ne kadar bu toprakları kurtaran ve kuranlara düşmanlık, nankörlük etseniz de biz karşınızdayız! Milyonlarız! Siz ise belki bir avuçsunuz! İlham kaynağımız, azmimiz ve kararlılığımız bu toprakları soysuzlardan, işgalcilerden, düşman postalından, emperyalizmden kurtaran Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten gelmektedir!
Sayfalara sığdıramayacağımız kadar yapılan devrimler, kurulan fabrikalar ve kurumlar var elbette. Hepsini paylaşıp tekrar hatırlayacağız. Ancak ülkemizi işgale yeltenen yedi düveli dize getiren Yüce Atatürk ve silah arkadaşlarına, o yedi düvel dahi dün ve bugün gıptayla saygı duyarken, mazlum milletler ülkemizin kurtuluşunu ve kuruluşunu örnek almışken acaba bizler bizi biz yapan bu kazanımların, Cumhuriyetin kıymetini yeterince biliyor, anlıyor muyuz? Cumhuriyetimizi korumak ve kollamak için gerekeni yapıyor, görev belgelerimiz olan Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku ’nu hatırlıyor muyuz? Hadi hep birlikte bunun sorusunu kendimize soralım ve cevabını verelim. Cumhuriyeti ve Atatürk’ü bu yıl her yakınımıza, arkadaşımıza hatırlatalım. Nereden nereye geldiğimizin muhakemesini hep birlikte yapalım. Bu soysuzlara karşı yapacağımız en doğru iş budur!
Hepimizin bu güzel ülkeye, bu ülkeyi kurtaran ve kuranlara, en başta Mustafa Kemal Atatürk’e borcu var. O borç; ne kadar ödemeye çalışsak da bitmeyecek kadar büyük elbette. Çünkü bize kazandırdıkları çok büyük. Cumhuriyetimizin değerlerinin yok edilmeye çalışıldığı dönemlerde hepimizin bir miktar bu çalışmalarda payı var! O pay da Cumhuriyet'e bunu yapanlara izin vermek! Cumhuriyet'e borcumuz var bizim, hepimizin, büyük borcumuz!
Ne zaman biz Yüce Atatürk'ü ve eşsiz devrimlerini anladık, daha içselleştirdik o zaman Cumhuriyetimizi tekrar tekrar ilan etmiş olacağız! İşte o zaman bu cennet vatana ve kurucu iradeye içte ve dışta düşmanlık edenleri yeniden denize dökeceğiz!