Sımsıcak bir yaz gününün sabahıydı..
Gün yeni ağarmaya başlamıştı, horozlar güneşten önce davranıp yeni günü selamlıyorlardı.
Dedemin mercedesi’de horozların sesiyle gaza gelip, acıktım beni de görün artık dercesine anırıyordu.
İnsanın fazla oksijenden başı döner ya, bende yattığım yerde ayılmaya çalışıyordum.
Dinlenmiş olmamın vermiş olduğu rahatlık yanında, bütün gece çişimi tutmuş olmanın verdiği sıkıntı arasında gözlerim açık çevremi seyrediyordum.
Havanın aydınlanmaya başladığını perdelere yansıyan ışıktan hissetmiştim. Artık kalkmam ve tuvalete gitmem gerekiyordu, dokunsalar salacaktım çünkü..
Köydeki evler kerpiç ya da tahtadan ve tuvaletleri dışarıda damın yanında bulunurdu. Gece gece odadan çıkıp o karanlığa doğru gitmeye korkardım. Sırf bu yüzden geceleri çişim gelmesin diye akşamları çok yemez içmezdim.
Odadan çıktığım anda seslendi:
“Uyandın mı Çavuş”
“Uyandım Dede ama Babamlar uyuyor hala”
“Ayak yoluna mı gidiyorsun?”
“Yok, Dedeciğim tuvalete gidiyorum”
Telaşımı anlamış olacak ki sesini çıkarmadı.
Hemen koştum helaya..
Sonrasını biliyorsunuz,
Var olmanın dayanılmaz hafifliği..
Tuvaletler tahtadan yapılırdı, öyle yüksekten aşağıya doğru elemini, kederini salardın ne varsa..
Acaba dışarıdakiler içeriyi görüyor mu diye telaşa düşerdim.
Ne zordu köyde yaşamak, belli sınırlar içinde ve o yoksunluğa boyun eğmek..
Babaannem beni görünce hemen sofra bezini yere serdi, üstüne tahtadan yapılmış çember şeklinde bir kasnak koydu, onunda üstüne yuvarlak, zini dedikleri büyük bir tepsi..
Masa, sandalye yok o zamanlar, şehirde var da köyde yok, bizim gibi şehirli bebeler için o yer sofrasında yemek yemek çok zordu. Bacaklarım hemencecik uyuşur, nasıl oturacağımı bilemez, bir o yana bir bu yana yeni gelin gibi süzülürdüm.
Dedem seslendi: “Halan nohut hasadına gidecek, sen de git, Hem gör nasıl nohut toplanıyor” Gittik bir tarlaya, herkes ellerine eski yamalı çorapları eldiven gibi giymeye başladı.
“Halacığım bu evde yediğimiz nohut mu, hani yemeği pişirilen..”
“Evet ya, bak böyle toplanıyor işte”
“Ne kadar da dikenliymiş, eldiven yok mu?”
“Çorap tak eline iki üç kat”
Havada öyle sıcak ki, hiç zevkli değil bu iş ama mecbur bu insanlar akşama kadar güneşin altında çalışıp kazanacakları günlük yevmiyeleriyle evlerine para götürecekler..
“Bir daha tabağımdaki bütün nohutları yiyeceğim Hala..
Ellerim acıdı ya, ne zormuş bu nohut hasadı..”
Ertesi gün sabahın köründe, güneş doğmadan gül toplamaya gittik, o daha beter..
Hani “gülü seven dikenine şartlanır” diye bir söz var ya, aynen öyle işte..
Ya buğday harmanına gitmek, patozdan geçen samanı çuvallara basmak, eşeklerle o çuvalları eve taşımak, eşeklerin haline en çok o zaman üzülmüştüm, traktör yok ki, dedem mercedesini bu yüzden seviyor işte, ona gözü gibi bakıyor.
Buğday değirmene gidecek de yine eşekle, un olacak, sonra Babaannem, Halam, köyde evinde fırını olan kadınlarla toplaşıp ekmek yapacak ve o yaptıkları ekmekleri 2-3 ay boyunca yiyecekler. Ankara’ya yanımıza geldiklerinde fırından aldığımız ekmeklere “Pazar ekmeği” derdi Babaannem, sanki bir pasta yiyormuş gibi sevinir, mutlu olurdu..
Ayaklarında yazları naylon ayakkabılar, kışları mest lastikler, çeşmeden 10 kiloluk teneke yağ kutuları ile su taşımak ve o suyu yakacağın ateşle ısıtıp banyoda yıkanmak..
Yokluk, yoksulluk işte var mı ötesi..
Tatile gittiğimizde yanlarına Babamın gözlerinin içine bakarlardı, işte biz Babanı bu yokluktan var ettik dercesine, gururla, sevgiyle, içlerindeki o büyük özlemi sadece davranış ve mimikleriyle göstermeye çalışırlardı..
Sen 12 yaşında çocuğunu şehre okumaya gönder ve bir daha bütün hayatın boyunca tatilden tatile gör.. Ve bu keyfi sadece 10 günlüğüne yaşa..
Yüzlerindeki o kalın çizgiler, ellerindeki o derin çatlaklar, o yıpranmışlığın, o çaresizliğin izleri..
Onlar için köyde en teknolojik alet buzdolabıydı. Yaşasın artık sütler bozulmayacak, yoğurtlar ekşimeyecek, pişen yemekler 2-3 gün daha yenebilecek, en güzeli de şöyle buz gibi soğuk bir bardak su içilebilecek, şu sıcak yaz gününde..
Hele televizyon.. Yıllarca radyodan ajansı okuyan spiker artık görülebilecek, neye benziyor, kadın mı, erkek mi, elbisesi nasıl? Gerçi her şey siyah beyaz ama olsun köydeki yüzlerden farklı bir yüz görülebilecek..
Telefon bağlanınca en azından acil bir şey olursa 1 hafta sonra duymayacaksın Nuri..
Babaannemin kulakları duymazdı. Dedem tarladan eve geldiğinde kapıyı açması için cebinde her zaman taşıdığı düdüğü öttürürdü. Babaannem düdüğün sesine kapıyı açardı. Babaannem öyle bir sevgiyle bağlıydı ki Dedeme, “Hacı gelir birazdan” der, gözlerini yoldan ayırmazdı..
Babam ve Annesi telefonda birbirlerini anlayarak hiç konuşamadılar. Babaannem telefon çaldığında açar, “Kimsin, benim kulaklarım duymeyor, Baban evde değil, ben iyiyim” der kapatırdı..
Her arayanı Babam sanırdı belki de, içindeki o büyük özlemle..
Onlar için hayat böyleydi kısaca.. Nurlar içinde yatsınlar..
O zamanı görebildiğim ve birçok şeye şahit olabildiğim için kendimi her zaman şanslı hissedeceğim..
Peki, şimdi öylemi ya bizler için..
Şimdiki zamanda telefonlar akıllı oldu, bizler aptal, geri zekalı olduk,
Parklar, bahçeler bomboş..
Dışarıda oynanan yakan top, saklambaç, yedi kiremit gibi oyunlar artık ne yazık ki yok..
Çocuklar yok ki ortalıkta.. Gerçi oynayacakları alanda pek kalmadı ya..
Otobüs, metro durakları kalabalık ama insanlardan çıt yok, herkesin elinde bir telefon, kendi kendine konuşup gülümseyen insanlar var yürürken yanımdan geçen.. Deli mi ne?
Bu dünyadaki en güzel şey o gizli yaşanmışlıklar..
Ve yaşanacak güzel günler..
Bu yüzden annelerimizin, babalarımızın, dedelerimizin, anneanne, babaanne kısaca tüm sevdiklerimizin değerini şu an nefes alıyorlarken bilelim..
Bir zaman gelecek, kimse kalmayacak, sadece hatıralar kalacak, hayat devam edecek belki ama bu kalem garip kalacak..
Hepinize iyi günler diliyorum..
Selam ve Sevgilerimle,
Cevdet Gökhan TÜZÜN